Yazar Rumuzu: ahenk1984
Eser Sıra Numarası: 18022023eser01
İNSAN ALDIM BİR TANE, HAYALLERİ BİN TANE
Kusurlu ancak güvenli varoluşuna devam etmek mi? Yoksa aklının almayacağı, tatsızlığını bozan tek şeyin ağız yakan bir acı olduğu gerçek dünyaya girmek mi?
Bu soru, 1999 yılında çıkan dünya klasiği film The Matrix'in seyirciye sunduğu ilginç bir seçim.
Aslında görünürden çok daha fazlası olan bu seçim, belki de bir insanın bütün hayatı boyunca (sürekli) yapması gereken en önemli seçimdir.
İnsanın doğduğundan beri peşinde koştuğu en temel hayal, narsistik bir cennettir. Kişinin yalnızca ömrünün ilk yıllarında kısa bir süre içinde bulunduğu, tüm kaygılardan ve sorumluluklardan mahrum bırakıldığı, istediği her şeyi elde edebildiği ve dokunulmaz olduğu bir varoluş.
Yasak elmanın varlığından bile haberdar olmayan bir çocuk, bu cennetten çok geçmeden kovulur. Kimisi hayallerinin tozundan yeni bir dünya inşa etmeyi başarır. Kimisi ise, o hayalleri paramparça çocuk olarak kalır ve ömrü boyu aynı cennetin peşinden koşar.
Filmdeki karakterimiz, Neo, tabii ki gerçek dünyayı seçiyor. Karşısında insanoğlunun kendi elleriyle inşa ettiği makineler tarafından ele geçirilmiş, insanların bir enerji kaynağı olarak sömürüldüğü bir dünya buluyor. Onu Matrix'in içinden kurtaranlarla beraber bir uzay gemisinde seyahat ediyor ve yaşıyorlar.
Yaşam koşulları sert. Dar bir alanda tüm günlerini geçiriyorlar. Yedikleri tek tür yemek iştah açıcıdan oldukça uzak. Her an makinelerin saldırısına uğrama tehlikesi ile karşı karşıyalar. Ama tüm bunlara katlanmalarının altında bir amaç yatıyor.
Matrix'in içindeki anlamsız, her günü birbirinin aynısı olan, ve aslında gerçek, gündelik hayatın bir kopyası olan hayatında bulamadığı bir şey buluyor Neo: Uğruna savaşabileceği yüce bir neden.
Kırık hayallerinden yeni bir ışık doğurabilenlerin kalbinde cayır cayır yanan coşkun alev de budur tam olarak. İnsanın, kendinden büyük bir amaç uğruna yaşama istenci. Ya da insanın içinin, dışından daha büyük olması.
Bunu yalnızca dini inançla sınırlandırmak, insan olmanın ne kadar yüce bir deneyim olduğunu tamamen ıskalamaktır.
Gerçek hayatın kriterleri içinde incelendiğinde, bahsettiğimiz narsistik cennet aslında insana daima bir sonraki hareketinin ne olması gerektiğini fısıldayan ufak bir sestir. Her daim ne yapması gerektiğini bilen insan, asla umutsuzluğa veya kaygıya kapılmaz.
Ve bu açıdan, din de aynı görevi görür. İnsana her daim takip edebileceği kurallar ve öneriler verir.
Gerçek anlamıyla kurtuluş budur: Düşüncelerin engin denizinde asla kaybolmamak.
Ünlü filozof Blaise Pascal'ın bir sözü de şöyledir: "İnsanoğlunun tüm sorunları, insanın bir odada tek başına sessizce oturamamasından kaynaklıdır."
İstediğim kadar felsefi veya dini kitap okuyabilirim, istediğim kadar varoluşsal felsefe üzerine düşünebilir, tartışabilir, yazabilirim. İstediğim kadar insanlık yücedir ve bu yeterlidir diyebilirim. Günün sonunda ben de bir insanım ve benim de tek gerçek arayışım uzun zaman önce kovulduğum narsistik cennetimdir.
Bu cenneti asla bulamayacağımı biliyorum. Gerçek olmasının mümkün olmadığını da biliyorum. Bunu bilmek yine de yeterli değil. Gerçek olmadığı; gerçek olmayacağı anlamına gelmez, değil mi benim akıllı beynim?
Fikirler bu temel hayalden doğar. Elimden gelen tek şey geçmişe ve geleceğe güler yüzle bakıp bulunduğum anın değerini bilmektir. Başlı başına bu yeterince zor zaten.
İnsanın en temel istenci ile çelişen en temel varoluş koşulu budur. Ünlü konuşmacı ve yazar Jim Rohn'un dediği gibi "Hepimiz iki tür acıdan birini yaşamak zorundayız: pişmanlığın acısı ya da disiplinin acısı."
Kusurlu ve güvenli küçük bir zihin içinde tüm potansiyelimi geriye bırakmaktansa evrenin dikenli ve taşlı yollarını aşmak kulağa çok daha gerçek geliyor.