Yazar Rumuzu: dejavu2332
Eser Sıra Numarası: 20032023eser08
AKLIN TAHTINA OTURMAK
Sürrealizm ’in önemli temsilcilerinden Salvador Dali’nin “Belleğin Azmi” tablosunu bilir misiniz? Tablo son derece geniş, derin fakat belirsiz bir zaman diliminde geçmektedir. Dali, tabloda orada bulunan kimse için zamanın bir önemi olmayacağını, durgunluğu ve yalnızlığı hissettirmeyi amaçlamıştır. Günlük hayatın en temel “gerçeklerinden” biri zamanı, hayatı hız üzerine kuran bizlere önemsiz hissettirmek… Eserde göze çarpan, ön plandaki eriyen saatler ve genleşen bir zaman tasviridir, bunlar adeta rasyonel olana ve “gerçek” kabul edilene bir saldırı niteliğindedir. Eser; esasen hayatlarımızı, onun üzerine kurduklarımızın sağlamlığını zaman yoluyla sorgulatır. Gerçek, gerçek midir? Peki bir bilgiyi gerçek kılan nedir?
Ampirist bakış açısında, bir bilginin gerçekliğini tartışmak o bilgi üzerinde deney ve gözlemi gerektirir. Asıl soru, gözlemlenen dış dünya gerçek midir? Etrafta gördüğümüz, işittiğimiz, kısaca beş duyu organımızla algıladığımız her şey beyine iletilen elektrik sinyallerinden ibarettir. Dış dünya, zihnimizde canlanandır. Bu durum dış dünyanın varlığı/ gerçekliğiyle alakalı septik tartışmaları da gündeme getirecektir. İdelerin anlık olduğu göz önünde bulundurulursa, bir diğer deyişle nesne sadece süje ile duyusal bir iletişim içinde olduğu an “var” kabul ediliyorsa, insanın ampirik bir yaklaşımda bulunabileceği nesnelerin varlıkları değil duyumlarıdır. Bu yeterli bir deneyim veya gözlem sayılmaz, var olan yegâne şey insanın zihnidir. Bu duruma verilebilecek örnek metafor, renklerdir. Renkler, maddelerin üzerine çarpan beyaz ışığın göze yansımasıyla oluşur. Renk zihinde canlanır, maddede var olmaz. Dolayısıyla üzerinde yargıya varılacak olan farklı gözlere nasıl yansıdığıdır. Mutlak bir renk yani gerçek hakkında yorum yapmak mümkün olmadığı gibi göze yansıyan ışık huzmeleri (fikirler) bağlamında biri diğerinden değerli-değersiz, yanlış veya doğru gibi bir yorum da yapılamaz. Konumuz nezdinde gerçek kabul edilenler, toplum hafızasından gelenlerdir. Toplumun hafızasını şekillendirense iktidar, yani sistemdir. Zamanın “suçlu” ilan ettiklerinin bugün haklı sayıldığı yüzlerce örnek varsa gerçek; keşfedilen bir olgu olmaktan çıkar, inşa edilen bir olgu haline gelir. Bu bağlamda inşa edilmiş gerçek, manipüle de edilebilir durumdadır. Tüm bu aldatılmış gerçekliğe rağmen bir fikir üretmek mümkün müdür?
Mark Twain’e göre insan, tekil bir varlık olamaz. Kendi kendine bir fikir bile üretemez çünkü ürettiğini sandığı fikir, insanın çevresindeki koşullar bütününün bir sonucudur. Koşullar, gerçeklik kavramı ile ilişkilendirilebilir. Birey manipüle edilmiş gerçekliğinin koşullarından sıyrılmalıdır çünkü insanı makineleştiren yegâne şey de budur. Duruma üst insan perspektifinden bakıldığında makine olan insan aslında bir basamaktır. Dolayısıyla varılacak bir hedef değildir, aşılması gerekendir. Kişi, kendini etrafındaki gerçeklikten yani değişken koşullardan soyutlarsa (ki bu noktada soyutlanmaktan kasıt kişinin etrafındaki gerçekliğin farkında olması fakat bu gerçekliği mutlak kabul etmemesidir) hedefine ulaşacaktır. Sistemin prangalarından kurtulmak, yani özgür düşünme ortamını sağlayabilmek için bir nevi kendini öldürürse fikir doğacaktır. Dolayısıyla insan bir makine değil, intihardır. Bir fikir ancak böyle hem farkında hem de soyutlanmış bir ortamda ortaya çıkmalıdır. Çünkü insan, fikirleriyle başkaldırmayacaksa bulunduğu ortamın rengini alan bir “bukalemun”dan ne farkı kalır?
Kişinin fikrini yanlışlayabilecek veya doğrulayabilecek mutlak bir gerçek yoksa fikrin sözde gerçekle çelişmesi önemli değildir. Bir fikir zaten esnetilmiş gerçeklikten soyutlanarak ve aslında sistemin çarkı olmayı reddederek ortaya çıkmıştır. Değişen sistem ve koşullar içinde fikirlerin kalıplara sokulması veya birlikte değişmesi, eş zamanlı olarak kişinin öz saygı ve benlik yitimine de yol açacaktır. Marx’ın yabancılaşma kavramı ile bağdaştırırsak; özgür olmayan bir düşünme ortamı veya bastırılmış fikirler, insanı kendi doğasına yabancılaştırır. Özünden koparır. Tüm bunlara rağmen doğasından kopmuş insan ikinci bir doğa yaratabilme cesaretine sahip olmalıdır.
Çünkü insan denilen, en nihayetinde başkaldırandır. Rasyonele saldırmalı, onu kışkırtmalı, saatleri eritmekten korkmamalı, zamansız fikirleri kucaklamalıdır.